Uyurgezer Bir Gölge – Serkan Türk

Uyurgezer Bir Gölge

Çok yönlü insanlara hep imrenmişimdir. Onlarla karşılaştırdığımda, kendimi fazla sade ve biraz renksiz bulurum. ‘On parmağında on marifet’ deyişini hatırlatırlar bana. Serkan Türk de bu deyişi, sonuna kadar hak eden bir insan: Hem öykücü hem şair hem de radyocu. Bu üç alanda da yetkin ürünler ortaya koyabilen biri. El attığı her alanda kendini kanıtlamak zor olsa gerek. Bunu başarabilen insanlar epey az. Uyurgezer Bir Gölge işte buna iyi bir örnek.

Serkan Türk’ün, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan beşinci öykü kitabı “Uyurgezer Bir Gölge”, yazarın etkileyici bir şiiriyle başlıyor. Böylece en baştan, yazarın şair yönünü de görmüş oluyoruz:

bensiz kalacaksın bir gün, dedi

ışığı sönmüş bir ev, dişsiz bir ihtiyar gibi.

o zaman bunca anı ayakta tutacak seni

 

Öykülerde yazarın şair tarafını açıkça görebiliyoruz. Şairliğin, öykücülüğe olan desteğine şahit oluyoruz. Şiirsel bir dil ve anlatım, öyküleri duygusal yönden güçlendiren bir özellik. Bu özelliği iyi kullanmış Serkan Türk.

Önceki öykü kitaplarıyla karşılaştırdığımızda, Serkan Türk öykücülüğünde “Uyurgezer Bir Gölge” bir değişimi müjdeliyor. Öykü konuları bakımından, bireysellikten toplumsallığa; dil bakımından ağdalı, süslü bir dilden sade, öz bir dile yönelim var. Kişisel olarak, bunun olumlu bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum.

“Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de yaşamaktan vazgeçmiyoruz. O içimizi bunaltan, karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey geçip gitmiyor.” (sf. 26)

 

Serkan Türk öykülerinde ‘yolculuk’ teması karşımıza çıkıyor. Kitabın ilk öyküsü “Yakına Giden Tren”, bir tren garında başlıyor ve tren yolculuğunu merkeze alıyor. Bunun dışında, öykü karakterlerinin genellikle ayrıksı kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal normlara ayak uyduramayan, itilip kakılan, terk edilen, kendini ifade edemeyen kişiler.

Örneğin, kitabın en güçlü öykülerinden “Lunapark”ta başkarakter, gardıropta yaşamaya başlayan bir adam. İzlediği bir haberin etkisiyle kendini acımasız bulduğu gündelik hayattan soyutlamaya karar veriyor. “Parmaklar” öyküsünde ise altı parmaklı bir çocuğun yaşadıkları dile getiriliyor. Karakterler sadece zihinsel değil, bazen bedensel olarak da insan kalabalığı içerisinde ayrıksı kalabiliyor.

“Uyurgezer Bir Gölge”deki dikkat çekici bir diğer özellik ise öyküler arasındaki bağlantılar. Bir öyküde yaşanan olaylar, bir sonraki öyküde yer alan bir konuşmada kendine yer bulabiliyor. “Hiç” ve “İçindeki Ses” öyküleri, aynı karakteri konu alıyor. Bir tür kardeş öyküler. Bu şekilde okur, öyküler arasında bağlantılar kurmaya, benzerlikleri yakalamaya, geçişleri fark etmeye yönlendiriliyor. Öyküleri okurken okurun, sürprizlere karşı uyanık olması gerekiyor.

Yazının başlarında bahsettiğim, Serkan Türk’ün öykücülüğündeki değişim, güncel siyasete ve düzene dair satır aralarındaki göndermelerde kendini gösteriyor. Eleştirel bir bakışla yazar, öykülerde bir tür günümüzün tanıklığı görevini üstleniyor. Örneğin, “Sabah Yürüyüşü” öyküsündeki şu cümleler okura mizahi bir eleştiri sunuyor:

“Modern dünya dayatması elimde Ipad, o gazete senin, bu gazete yandaşın. Hepsine bakıyorum. (…) Bir başkan çıkıp kızlı erkekli apartları kontrole alarak güvenliği sağlayacağını söylüyor.” (sf. 30)

 

Trabzonlu yazarın kaleminden Karadeniz’in maruz kaldığı doğa katliamına da tanık oluyoruz. Toplumsal yapıda olduğu gibi, çevremizi saran doğaya yapılanlar da unutulmuyor. “Ö. Akdoğan’ın Beklenmeyen İntiharı” öyküsünde:

“Son yıllarda yapılan yol çalışmalarını da eklersem denizle arama epeyce mesafe girmişti. Çocukluğumda yürüdüğüm kumsal, taşlarla doldurulmuş ve dört şeritli bir yol olmuştu.” (sf. 77)

 

“Uyurgezer Bir Gölge”, kitabın başındaki etkileyici şiirin geri kalanıyla bitiyor:

her şeyin bir saati var, dedi adam.

kuyuya düşmenin, kuyudan çıkmanın.

bir kalbi uzun uzun dinlemenin.

 

Serkan Türk’ün sonraki öykü kitaplarında, açtığı bu yeni yoldan ilerleyeceğini tahmin ediyorum.


Sitede yer alan diğer incelemeleri okumak için tıklayınız: İnceleme