Parayı Veren Kitabı Okutur (Öykü)

Parayı Veren Kitabı Okutur

Perdeleri sımsıkı kapalı, floresanların gün gibi aydınlattığı, paravanlarla bölünmüş bir odada üç ruhsuz adam kitap okuyordu. Odada insanı rahatsız edecek seviyede bir sessizlik vardı; çünkü üç adamın birbirleriyle mesai saatleri içerisinde konuşmaları yasaktı; yine de yönetim, üç sesi denetim altına alamamıştı: kitap sayfası çevrilirken, nefes alıp verirken ve güvenlik kamerası hareket ederken çıkan sesler.

Kimse farkında değildi; ama odanın ortasında yer alan masasında kitap okuyan Mehmet delirmenin eşiğindeydi. Bir kadın yazarın Mevlana hakkında yazmış olduğu vasat ötesi bir kitabı okuyordu; daha doğrusu okumaya çabalıyordu. Bu okuduğu kaçıncı Mevlana kitabıydı, hepsinde dönüp dolaşıp aynı şeyler papağan gibi tekrarlanıyordu.

Tam karşısındaki duvarda onu gözetlemekle yükümlü güvenlik kamerası onu izliyordu, kamera arada sırada hareket ederek ona gözlendiğini hatırlatıyordu ve Mehmet gözetlenmekten nefret ediyordu. Hele kitap okurken gözetlenmekten daha çok nefret ediyordu. Dayanamıyordu, bu işe katlanamıyordu.

 

*

Mehmet altı ay önce girmişti bu sıra dışı işe. Ekonomik kriz bahanesiyle işinden atılmış biri olarak hayatta sevdiği tek şey olan okumak eylemini gerçekleştirmek için halk kütüphanelerine dadanmıştı. Günde yüzlerce sayfa kitap okuyup, haftada onlarca kitap bitiren bir kitap kurduydu.

İl halk kütüphanesinin müdavimleri arasına girdiği günlerde kütüphanede esrarengiz adamlar peyda olmuştu. Kütüphanede yerden biter gibi takım elbiseli tipler türemişti. Ellerinde bond çantalar, gözlerinde güneş gözlükleriyle kütüphane ahalisi arasında fazlasıyla sırıtıyorlardı. Onları gördüğü ilk gün Mehmet, “Müfettişlerdir,”  diye düşündü. İkinci gün “Herhalde işleri uzun sürdü, yarın giderler,” dedi. Üçüncü gün “Bunlar da fazla oldu,” dedi. Dördüncü gün oldu, beşinci gün oldu; bunlar hala takım elbiseleri ve güneş gözlükleriyle kütüphanedeydiler.

İşin komiği, kütüphanede dolaşırlarken o tiplerin elinde hiç kitap olmazdı. Onları bir kez bile kitap okurken gören olmamıştı. Tek yaptıkları dikkatle kütüphaneye gelip gidenleri izlemekti. Kütüphanenin içi loş olmasına rağmen gözlüklerini çıkarmazlardı. Ancak kütüphaneye gelen birini incelemeye başladıklarında güneş gözlüklerini çıkarırlardı. İncelemeyi bitirdiklerinde yine güneş gözlüklerini geri takarlardı.

Bu tiplerden rahatsız olan yalnız Mehmet değildi. Kütüphanenin diğer müdavimleri de onları gördüklerinde keyifsizce kafa sallıyor, bir şeyler mırıldanıp kitaplarına geri dönüyorlardı. Onların arkasından dedikodular yapılıyordu, onların bir siyasi suçluyu arayan sivil polisler oldukları kulaktan kulağa yayılıyordu.

İşte o günlerde ilk kez onlardan birinin kendileri dışında başka biriyle, kütüphanedeki yaşlı bir adamla konuştuğu görüldü. O günden sonra o tiplerin başka başka insanlarla da konuştuklarına şahit olundu. Bir emir gelmiş gibi aynı anda kütüphane müdavimlerini incelemeyi bırakıp onlarla iletişime geçmeye başlamışlardı. Ve gün geldi Mehmet’le de iletişime geçtiler.

Sıcak bir bahar gününde kütüphanenin Fransız Edebiyatı bölümündeki kitaplara bakıyordu. Albert Camus’nün kitaplarından birine başlamak niyetindeydi. “İlk Adam” kitabını incelerken yanına biri yaklaştı. Okunmaktan yıpranmış kitabı tozlu rafa geri bıraktı ve yanındakine döndü. O tiplerden biriydi.  Güneş gözlükleri alnında, mavi gözleri onun üzerindeydi.

“Merhaba, bir dakika konuşabilir miyiz,” dedi. Sesi Mehmet’in o tipte birinden beklemediği kadar inceydi. “Peki,” dedi ve onu izledi. “Sivil polis herhalde, bana da birkaç soru sorup bırakır,” diye düşündü. Kapısında “Görevli Olmayan Giremez” levhasının olduğu bir odaya girdiler.

Masanın önündeki sandalyeyi göstererek “Buyurun oturun,” dedi. Mehmet oturdu, onu izlemeye başladı. Adam bond çantasını masanın üstüne bıraktı; masanın arkasındaki siyah döner sandalyeye oturmak yerine küçücük odada volta atmaya başladı:

“Birazdan sizinle konuşacaklarımız ikimiz arasında kalacak. Bu odadan dışarı çıkmayacak. Öncelikle bunu kabul etmeniz gerekiyor.” Sesi kalınlaşmış, hareketleri kabalaşmıştı. Mavi gözleri durgunlaşmıştı.

“Kabul, kimseye anlatmam,” dedi. Bir sivil polise karşı çıkmak mantıklı değildi. Bakalım ne yumurtlayacak, dedi kendi kendine.

“Güzel. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Sizinle “Kitap Okutma Enstitüsü” adına konuşuyorum. Kitap Okutma Enstitüsü tam bir ay önce Kültür ve Sanat Bakanlığı tarafından gizlice kuruldu. Enstitümüzün amacı adından da anlaşılacağı üzere ülkemizde vatandaşlara kitap okutmak ve böylece ülkemizdeki kitap okuma oranını yükseltmek. Avrupa’da ve dünyada yapılan son araştırmalar ülkemizin kitap okuma konusunda son sıralarda olduğunu gösteriyor. Ekonomisi gün geçtikçe büyüyen, dış politikada diğer ülkelere model olmaya başlayan ülkemize bu durum hiç ama hiç yakışmıyor. Bu oranları derhal yükseltmemiz gerekiyor. Anlıyor musun?”

“Evet, anlıyorum. Sizi dinliyorum.” Ekonomisi büyüyenmiş, anlattığın kişiye sor bir de o öve öve bitiremediğin ekonomiyi; ekonomi büyüdükçe işsiz sayısı ve yoksulluk artıyor, ne biçim ekonomiyse, diye düşündü Mehmet.

“Önceden de bakanlığımızın kitap okuma oranlarını yükseltme konusunda girişimleri oldu. Bu girişimlerle hemen hemen hiç kitap okumayan vatandaşları kitap okumaya teşvik ederek okuma oranlarının yükseltilmesi amaçlanıyordu. Ama başarısız olundu. Okuma oranlarında istenen, arzu edilen artış elde edilemedi.”

“Doğrudur. Hiç kitap okumayan, kitap okuma alışkanlığı edinmemiş birine kitap okutmak deveye hendek atlatmaktan daha zor.”

“Bu başarısızlık bizi, daha doğrusu bakanlıktaki yetkilileri yeni çözümlere itti. Birçok istişare yapıldı, uzmanların görüşleri alındı ve ortaya şu parlak fikir çıktı: Kitap okumayanları teşvik edeceğimize, zaten kitap okuyanları teşvik etsek ve onların daha fazla kitap okumasına destek olsak daha yararlı olmaz mı?”

“…” Olma mı, diyesi geldi. Yakışık almazdı, sustu.

“Olmaz mı?”

“Olur. Bence olur. Neden olmasın!” Adam makineli tüfek gibi konuşuyordu. Hiç durmadan, soluk almadan dudaklarından kelimeler ortalığa saçılıyordu:

“Bakanlık olarak şöyle bir proje hazırladık: Kitap Okutma Enstitüsü adında gizli bir oluşum kuralım. Bu oluşum aracılığıyla kütüphanelere gidelim, kütüphanelere sürekli giden,  bol bol kitap okuyan kişileri; başka bir deyişle kitap kurtlarını belirleyelim. Onlarla iletişime geçelim ve onların daha fazla kitap okumasına yardımcı olalım. Kütüphanede onlara özel odalar ayıralım ve onlara maddi yardımda bulunalım. Bu şekilde ülkemizin kitap okuma oranlarını yükseltelim.”

“Fena fikir değil,” diye yorum yaptı. İşsizdi, paraya ihtiyacı vardı ve kitap okumayı seviyordu. Tam ona göre bir işti.

Adam Mehmet’in ondan beklediği soruyu fazla uzatmadan sordu:

“Ne dersin? Bize katılmak ister misin?”

 

*

O gün onlara katılmayı kabul etti, sözleşme imzaladı ve diğer gün hemen işe başladı. Ona ilçe kütüphanesinin en üst katında bir oda ayarladılar. Odayı daha önceden tanıdığı, kütüphane müdavimlerinden olan iki iş arkadaşıyla paylaşıyordu.

Sabah dokuz- akşam beş iş başındaydılar. Öğlen bir saat yemek arası vardı, o sırada konuşma özgürlüğüne sahiplerdi. Odanın her bir köşesinde birer kamera vardı ve Enstitüden amirleri sürekli onları bu kameralar aracılığıyla izliyordu. Uyuyakaldıklarında, ellerindeki kitabı uzunca bir süre bıraktıklarında ya da okurken dalıp gittiklerinde her birinin önündeki telefonlar çalmaya başlıyordu. Öğlen dört buçukta takım elbiseli, güneş gözlüklü aynı tipler geliyor; okurken aldıkları notları ve özetleri içeren formları teslim alıp gidiyorlardı. Maaşları da fena değildi, ortalama bir memur kadar maaş alıyorlardı.

Üç-dört ay işler sorunsuz ilerledi. Ama Mehmet bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. Gün geçtikçe kitap okumaktan sıkılmaya başladığını hissediyordu. Kimsenin denetimi altında olmadan, sırf kendi keyfin için kitap okumak kadar keyifli bir şey yoktu şu dünyada. Birileri siz kitap okurken sizi kameralarla izlemeye başlayınca ve sizden kitaplar hakkında gün aşırı formlar doldurmanızı isteyince işler sıkıcı bir hal almaya başlıyordu. Kitap okumak bir görev haline gelince insana hiç de eğlenceli gelmiyordu.

Hele birkaç ayın ardından Enstitü amirleri okuyacakları kitaplara da karışmaya başladığında işler sarpa sarmaya başladı. Sonra bir gün masalarının üstünde Enstitüden gönderilmiş bir yazı gördüler: Bugün itibariyle sadece Enstitünün öneri listelerindeki kitapları okumak zorundaydılar.

”Parayı veren düdüğü çalar” atasözünü “Parayı veren kitabı okutur” olarak değiştirmişlerdi ve bununla yetinmeyip atasözünün bu yeni halini odanın girişine büyük harflerle yazmışlardı. Mehmet ve arkadaşları Enstitünün yaptığı bu köklü değişikliğe karşı çıktıklarında, duvarda yazan atasözünün bu yeni halini onlara söylemişler ve onları zorla orada tutmadıklarının altını çizerek kapıyı göstermişlerdi. Kitap seçme konusunda özgür olmasalar da, gitmek veya kalmakta özgürdüler.

Paraya ihtiyacı olmasa “Artık okuyacağınız kitapları biz seçeceğiz,” dedikleri gün istifa ederdi Mehmet. Ama parasızlık yüzünden onlara boyun eğmek zorunda kaldı. Zorla okuduğu her kitapla sinirleri biraz daha harap oldu. Sinirden vücudu kızarıklarla doldu. Rüyalarında bile kendini o iğrenç odada, onların sıkıcı kitaplarını okurken görüyordu. Kâbuslar görerek uyanıyordu.

 

*

Mehmet artık dayanamıyordu. Canına tak etmişti. Harekete geçmek zorundaydı; yoksa delirecekti. Akıl sağlığını yitirmesine ramak kalmıştı. Gözlerini kapattı, derin derin nefes aldı. Birazdan, gözlerini kapattığını kameradan gören amirleri onun önündeki telefonu arayacaklardı. Telefon ötmeye başlayacaktı. Telefon öttüğünde eyleme geçecekti.

Telefon çaldı. Okuduğu saçma sapan ve boktan kitabı bağırarak yere fırlattı. Kitap okuya okuya baykuşlara dönmüş iş arkadaşları korkuyla ona baktı. Mehmet zır zır öten telefonun kablosunu kopardı, telefonu duvara fırlattı. Telefon parçalara ayrıldı. Onu izleyen kameraya bakarak “Sokarım kitaplarınıza da verdiğiniz paraya da,” diye bağırdı. Sinirden ne yapacağını şaşırmıştı, aylardır içinde biriken öfkeyi ortaya saçmak zorundaydı. Onu duygusuz bir şekilde izlemeye devam eden kameraya baktı. Kameranın önüne geldi, kameraya doğru zıpladı ama yetişemedi; kamera yüksekteydi. Etrafına baktı, bir çözüm yolu bulamadı ve kameraya doğru sağlam bir tükürük fırlattı. Tükürüğü kameraya yetişmedi, odanın ortasında yer çekimine yenik düştü. Ona şaşkın şaşkın bakan iki ruhsuz adama “Siz de en kısa zamanda benim yaptığımı yapın,” dedi. “Akıl sağlığınız için,” diye ekledi. Cevap beklemeden kapıyı çarpıp gitti. Oraya bir daha dönmedi.

Mehmet o gün bugündür kitap okuyamıyor. Ne zaman eline bir kitap alsa o oda ve orada geçirdiği sıkıntı dolu anlar aklına geliyor, geriliyor. Tırnaklarını kemiriyor, ikide bir göz kırpıyor. Ter içinde kalıyor.

Evindeki tüm kitapları ikinci el kitapçılara satmak zorunda kaldı; çünkü evde kitap görmeye bile tahammül edemiyordu. İkinci elciler kitapları kiloyla aldılar ve ona beş kuruş para verdiler. O parayla birkaç şişe köpek öldüren aldı, olanları unutmak için zil zurna sarhoş oldu; ama yaşadıklarını bir türlü unutamadı.

Mehmet hala kitap okuyamıyor. Bir yıl içerisinde onun gibi Kitap Okutma Enstitüsünde çalışmış yüzlerce kitap kurdu kitap okuyamaz hale gelerek istifa etti. Bunun sonucunda ülkenin kitap okuma oranları ciddi bir şekilde düşüşe geçti.

Kitap Okutma Enstitüsü ülkenin birçok kitap kurdunu ezip yok ettikten sonra açıldığındaki gibi yine gizli bir şekilde kapatıldı.


Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler