Seher Yıldızı (Öykü)

Seher Yıldızı

“Sene senee seneee… Sene mene yok ki birader, o vakitler zaman bile yoktu. Zamansız zamanlarda yaşıyorduk. İnanmazsın belki, ben cennetteydim ve bir başmelektim. Ama nasıl karizmatik, nasıl şekil, nasıl göz kamaştırıcı bir melektim. Görsen mutlaka ağzın açıkta kalırdı. Maşallah maşallah, demekten kendini alamazdın. Sütten beyaz kanatlarım vardı. Bir insan boyundaydı her biri. İhtişamlı mı ihtişamlı.

Allah’ın en çok sevdiği melektim. Gözdesi, bir tanesi, nar tanesiydim. Diğer melekler benim denetimim altındaydı. Getir götür işlerini yapıyorlardı. Ben elimi sıcak sudan soğuk suya sokmuyordum. Bir tür dayıbaşıydım. Bir dediğim iki edilmiyordu. Her şey tıkırındaydı ve keyfim yerindeydi.

Ta ki Allah bizi bir gün toplayıp, yeni biriyle tanıştırana dek. O güne bin lanet olsun! O günden sonra, hayatım alt üst oldu. Derbeder oldum. Allah önümüze yeni yarattığı şeyi getirdi. Şey diyorum; çünkü o kadar aciz, o kadar güçsüz, o kadar çirkindi ki. Çamur renginde, kanatsız, çırılçıplak, küçük bir varlıktı. Çember içine almıştık onu. Kanatlarımızı açmıştık sonuna kadar. Yere çökmüştü. Korkarak bakıyordu bize. Bakışlarımızla eziyorduk onu.

‘Bu bir insan, ilk insan: Adem,’ dedi Allah. ‘Önünde eğilin!’ diye emretti. Bütün melekler bir süre durdu. Ne yapacağımızı bilemiyorduk. Rahatsız edici bir sessizlik sardı etrafı. Sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu: Melekler birer ikişer eğildi yerlere kadar. Bir ben kalmıştım. Benim dışımda hepsi, Adem’in önünde secde etmişti. Eğilsem mi, diye düşündüm. Ama içimden gelmiyordu. Öylece dimdik ayakta durdum. Boyun eğmedim o şeye.

‘Sen Lucifer, neden eğilmiyorsun?’ diye bağırdı Allah. Sesi, yeri göğü inletti; tufanlar yarattı.

‘Sadece senin önünde eğilirim Rabbim,’ dedim. ‘Başka hiçbir varlığın önünde eğilmem.’

‘Helal olsun sana Lucifer, harbici bir melekmişsin. Seni takdir ettim. Diğer melekler, akılsızlar gözümün önünden kaybolun!’ demesini bekliyordum. Oysa ‘Sen ne cüretle bana karşı gelirsin?’ diye sordu. ‘Seni kovuyorum cennetimden. Bugünden sonra, cennet dışısın. Defol cennet bahçemden! Yeryüzüne mahkumsun kıyamete kadar,’ dedi.

Diğer melekler tarafından cennetten fırlatılıp atıldım. Bir göktaşı misali, atmosfere daldım. Bir yıldız gibi parladım ve dünyaya çarptım. Küçük bir su birikintisinde kendime baktım. Rezil, bitik bir haldeydim. Kanatlarım yanmış, yok olmuştu. Küçülmüş, insan suretine girmiştim. Ağladım, kaderime küfrettim. Günlerce gecelerce gözyaşı döktüm. Döktüğüm gözyaşlarıdır şimdiki denizler.

Kıyamete dek yeryüzüne mahkumum. Bir diyardan diğerine dolaşıyorum. Hiç durmadan. Şimdi Türkiye’deyim. Sonra kim bilir nerede olurum. Dünya büyük, kıyamet uzak. İşte böyle hikâyem.”

*

Konak’ta soğuk bir bankı paylaşıyordum onunla. Dershaneden erken çıkmıştım. Zaman öldürüyordum eve dönmeden önce. Kızıl Sultan’ın anısı olan Saat Kulesi’ne baktım. Fotoğraf çekilen insanlara, güvercin kovalayan çocuklara, vapura yetişmeye çalışanlara.

“Telefonun var mı?” diye sordu. Kafamı ileri geri salladım. “Telefonda internetin var mı?” Yine kafamı salladım. “Aç interneti, Google’a yaz bakalım Gustave Dore diye. Fransız bir ressam olur kendisi. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış. Onun Kayıp Cennet resimlerine bak hele. Şerefsizim, adam sanki beni o an görmüş de öyle çizmiş. Acımı, çaresizliğimi, öfkemi müthiş dile getirmiş. Muazzam bir yetenek!” Merak edip baktım. Gerçekten etkileyici resimlerdi.

Bana iyice yaklaştı. “Bir liran var mı kardeşim?” diye sordu sessizce. “İnan, sabahtan beri ağzıma lokma girmedi.” Ekşi şarap kokusu yayıldı açık ağzından.

Elimi ceplerime soktum. Ceplerimdeki tüm bozuklukları onun avucuna bıraktım. En az beş lira vardı. Hak etmişti. Hem öykü hem de resimler için.

“Sağ olasın,” dedi. Kafasıyla selam verip, ayağa kalktı. Sarsak adımlarla uzaklaştı. Ter ve idrar kokusunu, kirden simsiyah olmuş, delik deşik paltosunu, saçı sakalı birbirine karışmış suratını, eksik ve çürük dişlerini alıp gitti.


Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler