Çüksüz Atlar Ülkesi (Öykü)

Çüksüz Atlar Ülkesi
çüksüz atlar ülkesi

Körfezin bir oraya bir buraya savrulmaktan bıkmış dalgalarını ikiye ayırıyordu vapur, arkasından mavi tahtaya çizilmiş tebeşir rengi köpükler bırakarak. Vapurdan, daha doğrusu vapurun yolcularından umudu kesen martılar suya konmuş dalgalarla beraber alçalıp yükseliyordu. Biri dışında…

Martılar kendi aralarında ekonomik krizi ve krizin insanlar, dolayısıyla martılar üzerindeki etkisini tartışıyorlardı. Şu son kriz insanları öyle bir hale getirdi ki artık bir parça simit parçasını dahi bize fazla görüyorlar, diyordu aralarından biri. Bir diğeri ise ona hak veriyor ve yabancı şehirlerde türdeşlerinin çok daha rahat yaşadığından dem vuruyordu. Dediğine göre oradaki insanlar o kadar cömertmiş ki martılar açlık nedir bilmiyorlarmış; hatta bazıları o kadar şişmanmış ki zar zor uçuyorlarmış. Bir de bize bak, diye ekliyordu bir başkası etrafındakilere bakarak. Aramızda şişman bir martı görebilen var mı? Çünkü ben göremiyorum.

Onlar sohbetlerine devam ederken Martı Za, kendini rüzgârın yumuşak kollarına bırakmış körfezi boydan boya kat ediyordu. Hiç kanat çırpmadan rüzgârla dans ederek gökte dolanmaya bayılıyordu. Hele bir de o anki gibi karnı toksa dünyanın en mutlu martısı sayıyordu kendini. Allaha şükür, bir önceki vapurda kız arkadaşına ne kadar hayvansever olduğunu göstermek isteyen bir delikanlı sayesinde karnı tıka basa doymuştu. Tabii o kadar martı arasında beş simit parçasını (özellikle sonuncu gayet büyüktü) kapması büyük bir başarıydı.

 

Rüzgâr sağ olsun, yorulmadan kısa sürede arkadaşı, atın yanına varmıştı. Atın kafasının üstünden uçup önüne kondu:

“Merhaba at kardeş, nasılsın? İyisin inşallah.”

“İyi sayılırım Za. Sen nasılsın?”

“Kötüyüm be at kardeş, bugün siftah atamadım, karnım aç. İnsanlar çok cimrileşti son zamanlarda. Simit bile almıyorlar doğru düzgün. Oysa reklâmlarda bile simit alın diye bas bas bağırıyorlar ileri gelenler. Alanlar ise bir parçasını dahi bizimle paylaşmaya tenezzül etmiyorlar.”

 

Martının gagasının üstündeki susam tanelerini gören at gülümsedi:

“Yeme bizi Za, gagandaki susamlara ne diyeceksin?” diye sordu.

“Ha, onlar mı? Onlar dünden kalma,” diyerek işin içinden çıkmak istedi; ama beceremedi.

 

Konuyu kapatmak için hemen başka bir sohbet açtı:

“Bugün bana hikâyeni anlatacaksın, değil mi? Söz vermiştin.”

“Şimdi anladım neden erkenden buraya geldiğin. Zaten sebepsiz bir adım dahi atmazsın sen.”

“Valla ben anlamam kardeş. Geçen gün söz vermiştin anlatacağım diye. Sözünde duracaksın.”

 

Attan bir süre ses soluk çıkmadı:

“Anlatırım, anlatırım ama senden bir ricam var.”

“Buyur!”

“Şu martı kardeşlerine söyle de üstüme sıçmasınlar. İkide bir gelip gelip tam kafama sıçıyorlar. Saygısızlık yapmanın lüzumu yok. Yaptıkları hayvan kardeşliğine hiç yakışmıyor, hatırlat onlara.”

“Tamam, sen hiç meraklanma. Ben o şerefsizlerin kulağını çekerim. Sen öykünü anlat da gerisi kolay.”

 

Oysa at nerden bilebilirdi, Za’nın martıları onun kafasına sıçması için her gün tembihlediğini. Ve onun martı pisliğiyle kaplanmış kafasını gördükçe içinden kahkahalar attığını.

“Hadi, anlatmaya başla at kardeş. Daha işim gücüm var,” dedi ve ata biraz daha yaklaştı. “Başına gelenleri öğrenmek için sabırsızlanıyorum.”

 

Ciddi bir ses tonuyla anlatmaya başladı at:

“Başıma ne geldiyse beni yapan heykeltıraş yüzünden geldi. Avrupa’da yıllarca eğitim görmüş bu heykeltıraş, sanırım adı Hasan’dı, beni yaparken medeni ülkelerde gördüğü at heykellerine özenmiş ve bana normal boyutlarda bir cinsel organ bahşetmişti. Eğer beni yaptığı zaman o küçücük şey yüzünden olacakları tahmin edebilseydi, kesin beni cinsel organsız yapardı. Ama onda da suç yok, bu ülkede bir at heykelinin cinsel organından bile rahatsız olabilecek insanların yaşadığını aklına getiremezdi.”

“Demek ilk başta çükün vardı senin.”

“Tabii ki vardı. Görmeliydin hem de çok hoştu. Sanki heykeltıraş bütün yeteneğini onun için kullanmıştı. O kadar mükemmeldi ki bir bakan bir daha bakıyordu.”

“Eee, sonra ne oldu?”

 

At, o güzel günleri anımsadı, gözleri doldu:

“Önümden geçen herkes en az birkaç dakikasını bana ayırır beni bir güzel incelerdi. Özellikle şeyimi…”

“O kadar iyiydi yani?”

“Of, keşke görseydin, sen de çok beğenirdin. Dünyanın en iyi at organıydı.”

“Anlatmaya devam et, sonra ne oldu?”

“Sonrası malum. Benimkini kıskanan bazı erkekler bir gece gizlice geldiler ve şeyimi kırmaya çalıştılar. Ama beceremedi salaklar. Sarhoş kafayla o karanlıkta balyozu istedikleri yere isabet ettiremediler. Yanlışlıkla gövdeme vurup karnımı parçaladılar. Sonra bağıra çağıra kaçtılar. Mahalleli toplandı ve polise haber verdi. Benim o kötü halimi gören bazıları gözyaşlarını tutamadı. Beni o kadar çok severlerdi. Daha sonra beni heykeltıraşa götürdüler ve orada onardılar. Karnımı yeniden yaptılar, tıpkısının aynısı oldu. Ama ardından heykeltıraş hiç beklemediğim bir şey yaptı: Binbir emekle yaptığı cinsel organımı kökünden kesti. Keserken bana şunları söyledi: Kusura bakma, bunu yapmak zorundayım; yoksa seni kaldıracaklar o parktan. Belediye başkanı öyle dedi. Halkı kışkırtıyormuş, çoluğumuz çocuğumuz varmış. Ayıp olurmuş. Senin için en hayırlısı bu.”

 

Bunları söylerken atın kara gözlerinden üç damla gözyaşı düştü:

“O da istemezdi bunu yapmayı, ne yapsın böyle bir ülkede at heykeli olmak kadar sanatçı olmak da zor.”

“Peki, senin çükün sonu ne oldu? Çöpe mi gitti?”

“Hayır, heykeltıraş evine götürdü onu. Bir gün ülkemiz medeni bir yer olursa şeyimi yeniden takacakmış, söz verdi.”

“O iş biraz yaş at kardeş. Hiçbir zaman çüküne kavuşamayacaksın, boşu boşuna umutlanma sen. En iyisi unut onu, hep böyle çüksüz olduğunu hayal et. Böylece daha az acı çekersin. Bu arada heykeltıraş keşke onu kendine saklamasaydı…”

“Neden?”

“Anla işte, ihtiyacı olan birine verseydi sevaba girerdi en azından,” dedi ve kanatlandı Za. “Hadi kendine iyi bak çüksüz kardeş,” dedikten sonra geldiği gibi yine atın kafasının üstünden uçarak gitti. Tabii bu sefer atın kafasına sıçarak…

 

 *

Bu olayların olduğu gece, birkaç belediye işçisi geldi ve dost kazığı yemiş gözü yaşlı at heykelini söküp belediyenin deposuna kaldırdı. Sabah, at heykelini yerinde göremeyen mahalleli belediyeye başvurdu ve şu yanıtı aldı:

“Heykel çok eskimiş ve kirlenmişti. Ondan dolayı bakıma aldık. Meraklanmayın, işimiz biter bitmez yeniden eski yerine koyacağız.”

Ancak dedikleri ne şaşırtıcıdır ki olmadı. At heykeli bir yıl depoda çürüdü ve sonra hurdacıyı boyladı.


Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler