Dört katlı, pembe boyası yer yer dökülmüş, yıkıldı yıkılacakmış gibi duran bir apartmanın ikinci katında, pencerenin kenarında uzanmış sokağı izliyorum. İlerleyen zamanlarda yanlış anlaşılmalar olmasın diye tekrar hatırlatıyorum: Ben bir kediyim. Sonra, yok ben sizi bir insan zannetmiştim, beni kandırdınız, diyerek yakınmayın.
Evet, ben bir kediyim. Sahibimin taktığı ismi göz önüne alırsak Minnoş’um. Dört yaşında, dişi bir kediyim. Sıcak, nemli bir öğle saatinde pencerenin serin kenarına uzanmış, sokaktan geçenleri takip ediyorum. İzmir’in çekilmez sıcak günlerinden birini yaşıyor olduğumuzdan olsa gerek, iki tarafı park edilmiş arabalarla dolu daracık sokaktan kimseler geçmiyor.
Sahibim Melahat Hanım, içeride yatak odasında. Ölü gibi uyuyor, diye şaka yapmak isterdim; ama gerçekten ölü. Geçen gece uykusunda son nefesini vermiş. Sabah her gün yaptığım gibi yatağına çıktım, miyavladım, kuyruğumla yüzünü gıdıkladım. Bir türlü uyanmadı. Normalde yatağına çıkar çıkmaz, “Pis kedi, in yatağımdan,” diye bağırıp uyanırdı. Ancak bu sabah kolunu tırmalamama rağmen kılını kıpırdatmadı.
Üzüldüm dersem yalan söylemiş olurum. Zaten doksan yaşlarında, yapayalnız bir kadındı. Kendisi Cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerindendi. Bazen beni karşısına alır, bana saatlerce ders anlatırdı. Öğretmenlik yaptığı günlerin özlemi içindeydi. Bir de sık sık çocuklarından bahsederdi. Vefasız oğullarından, vefasız öğrencilerinden, vefalı ama diğer dünyaya erken göç edip kendisini bu dünyada tek başına bırakan kocasından.
Onu düşününce, öldü de kurtuldu, diyorum. Hem bedenen hem de ruhen bitmişti. İçine saplandığı yalnızlık onu içten içe kemiriyordu. Onu bu dertten kurtaracak kimsesi de yoktu. Bir ben vardım ona arkadaşlık eden, bir de haftada bir gelen temizlikçi kadın. Temizlikçi kadın otuzlu yaşlarında teni kara mı kara, hareketleri ve konuşması kaba mı kaba biriydi; adı Fatma’ydı. Melahat Hanım, o geldiğinde çocuklar gibi sevinir; ona iyi davranır, halini hatırını sorar, onun için çay bile yapardı; devamında hemen ona geçmişte yaşadıklarını, gördüklerini, çektiklerini hiç durmadan, nefes bile almadan anlatırdı. Konuşmayı özlemişti, bir insanla konuşmaktı tek isteği. Fatma ise işini bitirip gitmekten başka bir şey düşünmez, arada bir kafasını sallar, boş gözlerle onu izler, hiç konuşmazdı. Fatma gittiğinde Melahat Hanım arkasından sövmeye başlardı: “Kara Fatma, pis Fatma; sen kimsin ki seninle konuşuyorum, seni muhatap alıyorum. Kendini bir şey zannediyor sonra, kendini bir…” Saatlerce arkasından konuşup dururdu. Onun bu acıklı halini gördükçe keşke konuşabilseydim, diye düşünürdüm. Keşke sadece onunla konuşabilmek için konuşma yetisine sahip olabilseydim…
Şu kuşlar da olmasa can sıkıntısından ölürüm. Sokakta kuşumuz eksik olmaz. Martısı, kumrusu, kargası, serçesi… Martılar sakin sakin etliye sütlüye karışmadan gökyüzünde salınır; kumrular “guguk guk” deyip birbirleriyle oynaşır; kargalar hinlik peşindedir, sürekli planlar yapar; serçeler hep telaş içindedir, bir oraya bir buraya uçup durur.
Kuşlar sayesinde vakit öldürüyorum; ama işin kötü tarafı, kuşları gördükçe acıktığımı fark ediyorum. Şöyle şişko bir martı olsa bana bir hafta yeter de artar. Tahminimce karga üç-dört gün, kumru bir-iki gün, serçe bir gün yeter. Tüm evi dolaştım; ama açıkta yiyecek bulamadım. Bütün yiyecekler buzdolabında ve ben buzdolabını açamıyorum. Fatma daha iki gün önce gelmişti, bu da demek oluyor ki beş gün sonra tekrar uğrayacak. O gelene kadar eve ne gelen ne giden olacak. Komşular desen dünyadan bihaber. Beş gün daha açlığa nasıl dayanacağım, diye kara kara düşünüyorum.
Açlığım öyle dayanılmaz hale geldi ki pencereyi kırmak için koşarak pencereye atladım. Şanssızlığa bakın, geçen sene evin pencereleri yenilenmişti. Hani şu çift tabakalı olan camlardan, kendimi patlatsam bile o camı kıramam. Oysa eski camları kırmak o kadar kolay olurdu ki. Kediler dokuz canlıdır derler ya, o yeni camı kırayım derken sekizini kaybetmişimdir kesin.
Sizin aklınızdan geçen benim de aklımdan geçiyor. Melahat Hanımı yemek! Kediler vefasız hayvanlar değildir, kötü veya bencil de değil. Sadece mantıklı düşünmeye eğilimliler. Köpekler gibi sahiplerine duydukları sevgi ve sadakat gözlerini kör etmemiştir onların. Hiçbir kedi, sahibini durduk yere yemek istemez; ama söz konusu kendi hayatıysa ve yaşaması için başka şansı kalmadıysa bunu yapabilir. Salak bir köpek ise açlıktan ölür de sahibini yemez.
Sonuçta ölü birinin bedeni et parçasından ibaret değil midir? Onu o yapan ruhu diğer dünyaya doğru yol almıştır. Geride bıraktığı ise toprağın altında kurtların yiyeceği etten başka bir şey değildir. O eti bir kedinin yemesi ile topraktaki kurtların yemesi arasında ne fark var ki?
Karnım gurulduyor. Havalar bu kadar sıcak olmasaydı açlığa daha fazla dayanabilirdim; ama sıcakta açlık çekilecek şey değil. Melahat Hanım’ı yemek istemiyorum; ama açlıktan başım dönmeye, gözlerim kararmaya başladı. Melahat Hanım da kokmaya mı başladı ne. Evin kokusu değişti. Açlıktan ölmekten korkuyorum. Sizin gibi ben de yaşamak istiyorum. Allah kahretsin, dayanamıyorum.
Yatak odasına gidiyorum!
*
Yarım saat sonra Minnoş sakin adımlarla pencerenin önüne kadar geldi, pencerenin üstüne atladı. Gerindi, esnedi ve pencerenin önüne uzandı. Bir yandan bıyıklarını yalarken bir yandan da kuşları izliyordu.
Toktu ve mutluydu.
Öykünün Esperanto çevirisini şuradan okuyabilirsiniz: Malğoja Rakonto Pri Kato
Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler