Amok koşucusu olmak nereden aklına gelmişti hatırlamıyordu. Büyük ihtimal son günlerde boş zamanını harcamak için sık sık gittiği kütüphanede karşılaşmıştı bu kavramla. Anımsadığı kadarıyla bir Alman yazarın kitabında geçiyordu amok koşucusu. Ama yazarın adı bir türlü aklına gelmiyordu.
Merak etmiş kütüphanede biraz araştırma yapmıştı konuyla ilgili. Anladığı kadarıyla amok koşucusu, cinnet geçirip önüne geleni kesip biçen ve öldürülene kadar da buna devam eden kişi oluyordu. Bir tür intihar yöntemiydi. Hani bazen derler ya: Ölürsem kendimle birlikte birkaç kişi de götürürüm. O hesap.
Neyse, düşünmüş taşınmış ve Türkiye’nin ilk amok koşucusu olmaya karar vermişti Nuri. Türkiye’de cinnet geçirip ailesini katledenlerin bini bin paraydı; ama amok koşusu şeklinde bir cinnet geçirme alışkanlığı henüz yoktu kültürümüzde. Belki de Nuri amok koşusu yapıp Türkiye’de yeni bir ekol başlatıp yüzlerce kişiye örnek olacaktı. Böylece Türkiye tarihinde bir ilke imza atacak ve tarihe geçecekti. Aslında pek de fena bir yöntem değildi düşününce.
İşte amok koşucusu olmaya karar verdikten iki gün sonra bir hevesle sokağa çıktı. İşportacının birinden son parasıyla keskin bir bıçak aldı. Satıcı, “Paslanmaz abi, bununla ister dananı ister babanı kes. Eğer paslanırsa gel beni kes,” demişti. Nuri de ne yapsın, gülmüş geçmişti.
Şehrin en kalabalık sokağına gidip kendini ruhen ve bedenen hazırlamaya çalıştı. Ruhen kendini hazırlamak kolaydı; ama bedenen hazırlanması için bir şeyler yemesi gerekiyordu; lakin cebinde beş kuruş para yoktu. Ne yapsın aç acına amok koşusuna başlamak zorundaydı.
Sokağın ortasına geldi, “Bismillah,” dedi ve koşusuna başladı. Cebinden bıçağı çıkardı ve önündeki ilk adama salladı. Bıçak son hızla saplandı. Saplandı dediysek adama değil, mükemmel kalitedeki deri ceketine. Gerçi saplandı da diyemeyiz, elindeki bıçak o kadar dandikti ki adamın harikulade deri ceketi sıyrık bile almadı.
Adam arkasını döndü, güneş gözlüklerini çıkardı; Nuri’yi küçümseyici bakışıyla bir güzel ezdikten sonra ona süper bir kroşe geçirdi. Zavallı kahramanımız gözlerini açtığında kendini yerde buldu. Sopsoğuk kaldırımda uzanıyordu. Etrafını bir sürü insan sarmıştı. Meraklı gözlerle ona bakıyorlardı. Nuri’nin beyni yeniden çalışmaya başlar başlamaz aklına ilk olarak son parasıyla aldığı bıçağı geldi. Allah izin verirse bıçağını kapıp işportacının yanına gidecek onu dilim dilim kesecekti; ama önce bıçağını bulmalıydı. “Bıçağım nerede,” diye bağırdı. O sırada bir çocuğu, elinde onun bıçağı oradan uzaklaşırken gördü. Ayağa kalktı, birkaç adım attı atmadı. Tekrar kendini yerde buldu.
On dakika sonra çevredekilerin yardımıyla kendine gelebildi. Su içti, boğazı kurumuştu. Acıkmıştı; ama parası yoktu. Üstüne üstlük bıçağı da gitmişti. Şimdi ne olacak diye düşündü. Koşacak hali yoktu, karnı midesine yapışmıştı. Aylardır doğru düzgün yemek yiyememişti. İşten atıldığından beri sıcak bir yemeğe hasretti.
Dışarısı soğuktu, kar yağıyordu. Etrafındaki meraklı kalabalık dağılmıştı. Ne yapsam diye düşünürken aklına aylardır gittiği kütüphane geldi. En azından orası sıcaktı. Bazen kütüphanedekiler okudukları kitaplara o kadar dalıyorlardı ki yiyeceklerini masaların üstünde unutup gidiyorlardı. Belki kütüphanede masanın birinde şu anda birilerinin unuttuğu yarısı yenmiş bir simit onu bekliyordu. Bir de yarısı içilmemiş çay olsa ondan mutlusu olmazdı şu dünyada.
Bir umutla ayağa kalkıyor simit ve çay gözlerinin önüne geliyor; ama beş adım attıktan sonra açlıktan başı dönüyor bayılıyor.
Türkiye’de ilk amok koşusu işte böyle sona eriyor.
Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler