Kasabada Yeni Bir Şey Yok – Onur Akbudak

Kasabada Yeni Bir Şey Yok

Kasabada Yeni Bir Şey Yok kitabını okurken aklıma gelenler şunlar oldu: İlkokul yıllarında öğretmenlerimizin sıklıkla sorduğu bir sorudur: “Şehirde mi yoksa kasabada mı yaşamayı tercih edersiniz?” Bu soru üzerine, öğrencilerin şehir ve kasaba yaşamını karşılaştırmaları istenir. Bir tür beyin fırtınası kopar.

Hem şehirde hem de kasabada yaşamış biri olarak, tercihimi kasabadan yana kullanıyorum. Bu arada, hâlâ Ege’nin bir kasabasında yaşamaktayım. Belki de bu yüzden, Onur Akbudak’ın Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan, ilk öykü kitabı Kasabada Yeni Bir Şey Yok yayımlandığı ilk günden itibaren dikkatimi çekti. Sadece kitabın ismi bile insanın zihninde birçok şey canlandırıyor.

Kasaba, öncelikle bir ortada kalmışlık durumudur. Çünkü ne bir şehir gibi devasa ve kalabalıktır, ne de bir köy gibi küçük ve sakindir. İkisinin tam ortasıdır. Bu durum, kasabalıları da etkiler ve onları da iki arada bir derede bırakır. “Tarhana” öyküsündeki şu sözler buna iyi bir örnek oluşturuyor:

“Dünyanın ne ışıklar içindeki şehirleri ne de doğayla iç içe köyleri umurumdaydı. Sahi, ben neden bu kasabadaydım?” (sf. 23)

Düşünen, okuyan ve sorgulayan bir birey için varoluş ciddi bir meseledir. Varoluşunu sorgulamak ise olmazsa olmazlardandır. Kasabada yaşayan ve hayatını sorgulayan bireyin durumu, şehirdeki bireye göre çok daha zordur. Taşranın tekdüzeliği ve değişmez kalıpları, bireyi bir tür kapana kıstırır. Ayrıca, şehirde kendine benzer insanlar bulmak ve tanışmak imkanı varken; bunu kasabada gerçekleştirmek mucize gibi bir şeydir. Akbudak, “Dedikodu” öyküsünde bu durumu şöyle dile getirmiş:

“Kasabada doğmanın ne demek olduğunu, büyüdükçe ne kadar zor ve içi boş bir hayatla karşılaşacağını zamanla görecekti. (…) Dört tarafı dağlarla çevrili, çukur kasabada sıkışıp kalmıştı.” (sf. 67)

Küçük yerlerin başka bir sorunu ise bitmek bilmeyen dedikodudur. Herkesin birbirini tanımasının olumsuz bir yanıdır bu. Dedikodu kazanı durmadan harlanır, kaynar ve birçok genci, birçok kadını, birçok hayatı yakar ve mahveder. “Dedikodu” öyküsü başlı başına bunu konu alıyor:

“Kasabada haklarında sürüp giden söylentiler dağın eteklerine kadar ulaşmıştı. Çiğdem ve Ömer’i de altına almaya yetecek bir dedikodu çığı oluşmuştu.” (sf. 71)

Akbudak’ın öykülerinde genel olarak karakterler; hayatı ve varoluşu sorguluyor, düzeni eleştiriyor ve bu sebeple toplumla ayrıksı duruyor. Toplumun sıradan bir bireyi olmayı başaramıyor öykü kahramanları. Örneğin, “Park” öyküsünde kapitalizm eleştirisini en açık şekilde görebiliyoruz:

“Bu yüzyılda insanoğlunun bu durumda yaşamasının, birkaç patronun lüks hayatları için daha fazla para kazanma hırsından olduğunu düşündü. (…) Dünyadaki tüm açları, işsizleri, haksızlıkları peş peşe düşününce deliye döndü.” (sf. 31)

Kitaba ismini veren “Kasabada Yeni Bir Şey Yok” öyküsü, kitabın en güçlü öykülerinden biri ve belki de bu sebeple kitabın sonunda yer alıyor. Yıllar sonra kasabaya geri dönen bir adamın öyküsü bu. “Terk edip gittiği kasabada yeni bir şey olmadığını görünce pek şaşırmadı,” diye anlatıyor yazar. Doğru, insan kasabaya geri döndüğünde pek bir şey değişmediğini fark ediyor; ama çoğu zaman insan aslında en çok kendisinin değiştiğini fark edemiyor.

Onur Akbudak’ın ikinci öykü kitabını şimdiden merak ediyorum. Bize yine kasabadan öyküler mi anlatacak, yoksa bu kez şehir öyküleriyle mi kapımızı çalacak? Er ya da geç yeni bir eserle okurun karşısına çıkacağından ise eminim. Çünkü “Baharı Beklerken” öyküsünde yazdığı gibi: “Yazmak öyle bir şey ki bir kere yakanıza yapışmasın, son nefesinizde kâğıt kalem geçer durur gözünüzün önünden.”


Sitede yer alan diğer incelemeleri okumak için tıklayınız: İnceleme