Karayılan Cek’in Tuhaf Hikâyesi (Öykü)

Karayılan Cek

Geçmiş geçip gitti, ne kadar ağlasan boş, bir daha gelmez. Kırılan testiden, ne kadar ter döksen, hayır gelmez. Atasını, soyunu sopunu unutana ne kadar dil döksen, fayda etmez. Tanrı misafirine asla hayır denmez.

Han’ım, hey! Günlerden bir gün Karacuk Çoban, Salur Kazan’ın altın otağına bir hışımla, destursuz girdi. Saatlerce koşmuş bir at gibi terlemiş, nefes nefese kalmıştı. Bir testi soğuk ayran içtikten sonra dili ancak çözülebildi:

“Kazan Han, hayvanlarımı otlatırken Kazılık Dağı eteklerinde; bir gürültü koptu gökyüzünde. Bir çadır düştü gökten. Bildiğin çadır değil. İçinden bir adam çıktı. Bildiğin adam değil. Adam, çadırından dışarı adımını atar atmaz, üstüne çullandım. Epey boğuştum ama sırtını yere getirdim. Güzelce bağladım ellerini ayaklarını, sana getirdim.”

Kazan, emir verdi ve gökten düşen adam içeri getirildi. Adamın kafası, çadırın tavanına değecekmiş gibi duruyordu. Ömrü boyunca Kazan, ne İç Oğuz’da ne Dış Oğuz’da bu kadar uzun bir insan evladı görmüştü. Adamın üstündeki garip kıyafetlere ne Türklerde ne kâfirlerde rastlamıştı. Teni ise Kara Hintlilerden bile daha karaydı. Kazan’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Dedi ki:

“Beri gel, kimsin kimlerdensin? Hısım mısın, hasım mı? Bilelim.”

Elleri kolları bağlı adam, bir şeyler söyledi; fakat kimse ne dediğini anlamadı. Yabancı bir dil konuşuyordu. Salur Kazan’ın oğlu Uruz, esir kâfirlerden birini getirtti. Dedi ki:

“Bre kâfir, bu kömürden kara adamın ne söylediklerini bize, de hele!”

Kara adam, konuştu konuştu ama kâfir, adamın dediklerinden bir kelime anlamadı. Herkesin aklı karıştı. Adam onlara, onlar adama melul melul bakıp durdu. Kazan, ne yapacağını şaşırmıştı. Bir karar vermek gerekti. Dedi ki:

“Bu adam kara donlu kâfirlerden daha kâfirdir. Ne dilimizi ne dinimizi bilir. Belki de uzak mı uzak diyarlardan gönderilmiş bir öncünün ta kendisidir. Arkasından gelecek orduya haber salmadan, başını keselim, kanını dökelim toprağa!”

Kazan, ayağa kalkıp kılıcına sarıldı. Adam, korkudan dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Kazan’ın hanımı Burla Hatun, gördüklerine dayanamadı. Kocasının önüne geçti ve dedi ki:

“Tanrı misafirine kötü davranılmaz, Han’ım. Yedirilir içirilir, Hak için. Giydirilip kuşatılır, Hak için. Korunup kollanır, Hak için. Tanrı misafirine fiske bile vurulmaz, bilmez misin?”

Kazan, düşündü taşındı. Hatununa hak verdi, kılıcını kınına soktu ve adamı ayağa kaldırıp sımsıkı sarıldı. Dedi ki:

“Hoş geldin sefalar getirdin, Tanrı misafiri!”

 

*

Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Mevsimler gelip geçti. Zaman çarkı dönüp durdu. Tanrı misafiri, Oğuzların arasında mutlu mesut yaşadı. Türklerin dilini, töresini, yaşayışını öğrendi. Ata biner kılıç kuşanır oldu. Kendi çadırına sahip oldu.

Adının “Cek” olduğunu, gökyüzünden düştüğü tuhaf çadırıyla zamanda yolculuk yaptığını söyledi. Çadırının kullanılmaz hâle geldiğini, kendi zamanına geri dönemediğini açıkladı. Gelecekteki dünyayı anlattı durdu. Dinleyenler, duyduklarına anlam veremedi. Onun ağzından çıkanlar, kulaklara ninni gibi geldi.

Bir gün, Uruz’la ava çıktı Cek. Sık sık yaptıkları bir şeydi. Eli boş dönmezlerdi. Kendilerini yine ava kaptırdılar. Karanlık aniden bastırınca, az adamla ormanda gecelemek zorunda kaldılar.

Kâfirin casusu, Melik’e haber verdi. Böyle bir fırsat her zaman ayaklarına gelmezdi. Kazan Han’dan öç alma vaktiydi. Yüzlerce kâfir, atına binip saldırıya geçti. Elli yoldaşıyla gafil avlanan Uruz, kılıcıyla kelleler uçurdu. Ama düşman çok, adam azdı. Birer ikişer adamları can veriyordu. Dört bir taraftan sarılmışlardı. Kurtuluş yoktu. Salavat getirdi. Tanrı misafiri Cek, aslan gibi kükredi ve dedi ki:

“Uruz Bey’im, senin anan Burla Hatun benim hayatımı kurtardı. Sizler beni Tanrı misafiri olarak kabul ettiniz, yediniz içirdiniz. Kılıma zarar vermediniz. Ben de senin hayatını kurtarmazsam, seninle birlikte otağa dönmezsem, ne Hatun’un ne Han’ın yüzüne bakabilirim. Çok şükür, ödeşme vakti geldi. Savulun erenler!”

Kılıcını yere atan Cek, heybesinden küçük bir alet çıkardı. Elinde tuttuğu aleti, düşmana doğrulttu. Tüm yoldaşlar ve düşmanlar yani herkes soluğunu tuttu. Aletten dolunay kadar parlak ışık okları fırlamaya başladı. Gök gürlemiş gibi karanlıklar aydınlandı. Art arda fırlayan oklar, kâfirleri darmaduman etti. Soluklarını kesti. Onlarcasının canını aldı, onlarcasını yaraladı. Geri kalanı, arkasına bakmadan korkup kaçtı.

Seher vakti, sağ salim atasının otağına geri dönen Uruz, olanları bir bir Kazan Han’a ve Burla Hatun’a anlattı, onlar da yakınlarına… Kulaktan kulağa dolaştı Cek’in yaptıkları. Sonunda, Dedem Korkut gelip Cek’e ad koydu:

“Tanrı misafiri Cek, Uruz Han için yaptığın kahramanlığı, İç Oğuz ve Dış Oğuz’da herkes konuşur durur. Bir yılan gibi boynun dik, korkusuz saldırmışsın düşmanlara. Dağıtmışsın kâfirleri dört bir yana. Sen artık Tanrı misafirimiz değilsin. Sen de artık bir Oğuzsun ve adın, ‘Karayılan’ olsun, ömrün uzun olsun!”

Kazan Han, devasa bir şölen verdi Karayılan için. Kırk gün kırk gece yenildi içildi ve eğlenildi. Karayılan, kısa süre içerisinde evlenip çoluk çocuğa karıştı. Gel zaman git zaman, tastamam bir Oğuz olup çıktı.

 

*

Yıllar sonra bir gün, genç bir çoban girdi Uruz Han’ın altın otağına. Soluk soluğaydı. Kazan Han, vefat edeli olmuştu birkaç sene. Uruz yönetiyordu devleti. Çoban; gökyüzünden garip bir çadır düştüğünü, çadırın içinden garip bir adam çıktığını ve adamın, otağın önünde onu beklediğini söyledi.

Hemen Karayılan’ı çağırttı Uruz Han. Aklına o gelmişti. Durumu anlattı Karayılan’a. Karayılan, heyecanlandı, yerinde duramaz oldu, kendini tutamayıp koşup vardı gökyüzünden gelen adamın yanına. Yıllar yıllar önce, kendisinin de üstünde olan garip kıyafetler içerisindeydi adam. Kısa boylu, şişman ve sarışın biriydi. Koşup sarıldı adama. Adamı tanır gibiydi. Başladılar konuşmaya.

Saatlerce konuştular, hiç durmadan. Karayılan, anadilini konuşmayı özlemişti. Çenesi açılmıştı. Adamı soru yağmuruna tuttu. Kimi zaman ağladı, kimi zaman güldü. Ahali, ikilinin etrafını sardı. Onları merakla ve sabırla izledi. Neler konuştuklarını merak eden Karayılan’ın eşi, kocasına yaklaşıp dedi ki:

“Beri gel, Karayılan! Evimin direği, gözümün nuru. Kimdir bu adam? Kimlerdendir? Dost mudur, düşman mı?”

Karısının sesini duyunca konuşmaya ara veren Karayılan, cevap verdi. Dedi ki:

“Hatun’um, çocuklarımın anası, kalbimin tek sahibi. Bu adam dostumdur. Adı Erik idir. Tıpkı benim gibi gelecekten gelmiş. Yıllar yıllar önce, ben bir kaza sonucu buralara gelmiş, kaderime boyun eğmiştim. Ama Erik, bir amaç için gelmiş. Beni geri götürecekmiş. Demek ki kaderimiz böyleymiş.”

Duyduklarına inanamayan kadın, Karayılan’ın dizlerine sarılıp ağladı, dedi ki:

“Beni bırakma bir başıma, Karayılan! Allah rızası için beni yapayalnız koyma!”

Karayılan’ın da gözleri yaşardı ve dedi ki:

“Geleceğe, vatanıma gitmem gerek, Hatun’um. Annemi, babamı, kardeşlerimi son bir kez görmem gerek. Seni yalnız koymayacağım. En kısa zamanda, geri döneceğim. Söz veriyorum. Sen ve çocuklarım olmadan yaşayamam, bilmez misin?”

Karayılan, Uruz Han ve Oğuzlarla tek tek helalleşti. Hepsinden haklarını helal etmesini istedi ve hepsine hakkını helal etti. En son, eşi ve çocuklarıyla öpüp koklaştı. Sarı adamla birlikte, garip çadıra girdi. Eşi arkasından bir tas su dökmeyi unutmadı. “Su gibi git, su gibi gel,” dedi. Çadır, ışıklar saçarak ve sesler çıkararak, kuş gibi gökyüzüne uçtu, kayboldu gitti.

Dedem Korkut gelip boy boyladı, soy soyladı. Bu Oğuzname’yi düzdü, böyle dedi:

“Hani dediğim bey erenler?

Dünya benim, diyenler?

Ecel aldı, yer gizledi;

Fani dünya kime kaldı?

Gelimli, gidimli dünya;

Sonucu ölümlü dünya.”

Bir daha Oğuz ellerinde, Karayılan’ı ne gören oldu ne de duyan!

 

Kaynak: Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi


Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler