Kara Kafes (Öykü)

Kara Kafes

Kaç zamandır bu kafesteyim bilmiyorum. Belki de burada, beş adım genişliğindeki bu kara kafeste doğdum. Çünkü kendimi bildim bileli buradayım. Gözlerim kapalı bir halde bu küçük kafeste oturuyorum.

Simsiyah bir dünyada yaşıyorum ve her şeyin kapkara olduğunu düşlüyorum. Bu kafesteki ilk günümden (belki bir ay belki de bir yıl önceydi) beri gözlerim kapalı, ince ellerimi gözlerimin üzerinde gezdirdiğimde bir şeylerin gözlerimi kapattığını fark ediyorum. Gözlerimi kapatan nesneyi çıkarmak istesem de başaramıyorum. Büyük ihtimal her gün kafesime gelip beni döven adamlar kapattılar gözlerimi. Ama neden? Bilmiyorum…

Bundan dolayı benim için renkler sadece siyahtan ibaret. Siyah kafes, siyah kafes kapısı, siyah demir zemin, siyah işkenceci adamlar, siyah yumruklar, siyah tekmeler ve siyah bir dünya…

Ama kör değilim ve bundan eminim. Bunu kanıtlayacak hiçbir şey yok elimde. Fakat içgüdülerim bana kör olmadığımı söylüyor. O adamların bir gün gözlerimi açacağını ve dünyaya yeni gelen bir çocuğun şaşkınlığıyla dünyayı izleyeceğimi umut ediyorum. Sadece umut ediyorum…

Yeni doğmuş bir bebek gibi dünyayı yeniden öğreneceğim. Kırmızı, mavi, beyaz… Etrafımdakiler bana yeniden öğretecekler renkleri. Usanmadan, bıkmadan şöyle diyecekler iki de bir:

“Bak mavi! Göğün ve denizin rengi… Neymiş, tekrarla bakıyım!”

“Bak beyaz! Bulutların rengi. Neymiş, tekrarla bakıyım!”

Hala aklımda sağ kalabilmiş bazı sözcükler var. Arada sırada aklımın karanlık köşelerinden gün yüzüne çıkıyorlar. Örneğin kan kırmızısı… Sadece bir sözcükten ibaret benim için. 12 harften oluşmuş bir sözcük… Çünkü kırmızının nasıl bir renk olduğunu unutalı çok oldu. Ha kırmızı ha siyah…

Yine geliyorlar. Acaba yemek mi getirecekler? Gerçi en son ne zaman yemek yediğimi unuttum. Ama alışkanlık işte, insan bir şeyler çiğnemek istiyor. Bana ne verdiklerini bilmiyorum. Ne tat alabiliyorum ne de koku. Zaten bütün gün kan, iltihap ve sidik kokan (bir de bok) bir yerde yemek kokusu almak imkânsız.

Her zamanki gibi koridorlarda yankılanan ayak sesleri… Bu seslere o kadar alışmışım ki sesleri duyar duymaz bir korkudur sarıyor bedenimi, kalbim hızlı hızlı atıyor göğsümden çıkmak istercesine. Cılız bedenim önceden kendini hazırlıyor dakikalarca sürecek işkencelere. Daha kabuk bağlamamış yaralarım daha bir fena sızlıyor ayak sesleri yaklaştıkça. Damarlarımda akan kan daha hızlı dolaşıyor bedenimi.

Kafes kapısının kilidine anahtar giriyor ve tık sesi çıkıyor. Kapı gıcırdayarak yavaşça açılıyor. Hızlı hızlı nefes alış verişimin kestiği dayanılmaz sessizlik gıcırtıyla parçalanıyor. Sonsuz sessizliğe alışmış kulaklarım ağrıyor. Dişlerim kamaşıyor…

Yavaş adımlarla önüme geliyorlar. Her zamanki gibi sağ tarafımda şişman, sol tarafımda zayıf olanı duruyor. Ve şişman olan alıştığım üzere kafese girer girmez kocaman, kemikli elleriyle bana yumruklar atıyor. Kendimi savunmam boşuna. Ne kadar yüzümü saklamaya çalışsam da, uzun kirli saçlarımı çekiyor ve yüzümü ortaya çıkarıyor. Yüzümün ortasına ardı ardına yumruklar indiriyor. Daha kabuk bağlamaya bile zaman bulamamış yaralarım ilk önce sarı irin sonra kan boşaltıyor. Sımsıcak kanım yüzümden göğsüme doğru yavaş yavaş akıyor.

Saçlarımı bıraktığında elinde bir tutam ince saç teli kalıyor. Her zamanki gibi şişman adam işini bitirdiğinde yüzüme tükürüyor. Balgamlı tükürüğü alnıma yapışıyor. Elimle balgamı alıp kafesin zeminine sürüyorum.

Şişman adamın bugünlük görevi bitti: Beni dövdü ve bana tükürdü. Asıl işkence biraz sonra başlıyor.

Zayıf adam yanıma geliyor, yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Sigara ve alkol kokan nefesi yüzüme çarpıyor. Ve aniden çığlık atıyor. Saatlerce belki de günlerce nefesimin hırıltısı ve kalbimin çarpması dışında bir ses duymayan kulaklarım sızlıyor. Çığlık etrafımdaki ve beynimdeki sessizliği yırtıyor. Kulaklarımı kapatmak istiyorum, ama benden önce şişman adam kollarımı tutuyor. Çığlık beynimin karanlık mahzenlerinde yankılanıyor ve birkaç sağlam kalmış hatıramı da kendisiyle birlikte götürüyor.

Çığlığın ardından bağırmaya başlıyor. Sesi kalın ve duygusuz, nefretten başka hiçbir şey yok o kalın sesinde.

“Sen kimsin? Adın ne?”

Cevap vermiyorum, veremiyorum. En son ne zaman ‘Bilmiyorum’ dediğimi de hatırlamıyorum ve ne zaman konuşmayı bıraktığımı da. Ne de olsa konuşsam da konuşmasam da dövüyorlar beni. Cevap vermem durumumu değiştirmiyor.

Zayıf adam kafama bir tekme atıyor ve sorularına devam ediyor:

“Cevap ver bana hayvan! Sen kimsin? Adın ne?”

Cevap alamayınca bir kez daha kafama tekme atıyor. Kafam kafesin zeminine çarpıyor ve kafam yarılıyor. Yaralana yaralana saçların çıkmaz olduğu yerlerden kan sızıyor kafa derime.

“Yine cevap vermiyorsun demek. Aklın sıra bize karşı direniyorsun. İyi bok ediyorsun hayvan oğlu hayvan. Direnmekle iyi bok ediyorsun…”

Bir tekme daha… O kadar yorgun düşüyorum ki kafamı soğuk zeminden kaldıramıyorum. Açık yaralarım soğuk ve paslı demirin etkisiyle sızlıyor. Kafamı kaldıramadığımı gören şişman adam beni kaldırıyor ve bir kukla gibi beni dizlerimin üstüne dikiyor. Sallanıyorum, düşecek gibi oluyorum.

“Şu haline bak! İnsanlıktan çıkmış bir haldesin. Her gün yediğin dayaktan ders alsan da buradan kurtulsan iyi olmaz mı? Tek yapman gereken o yazıları sana kim yazdırdığını söylemek. İşte o zaman bu sonu gelmez işkencelerden kurtulursun. İstemez misin? Son kez soruyorum: Neden o yazıları yazdın ve sana o yazıları kim yazdırdı? Daha doğrusu kimin emriyle, hangi örgüt için yazdın o yazıları?”

Cevap yok. Bir tekme daha…

“Senden adam olmayacak. Ölene kadar her gün benden dayak yiyeceksin boşu boşuna. Neden? Saçma sapan öyküler için… Hepsini okudum biliyor musun? Öykülerinin hepsini tek tek okudum. Bir bok anlamadım. Bu kadar yediğin dayağa değer mi o siktiri boktan öykülerin. Sana ne yararı oldu ki onların bu yediğin bir kamyon dolusu sopadan başka?”

Neden bahsettiğini anlamıyordum. Benim öykülerim mi vardı? Ben bir yazar mıydım? Burada olmamın nedeni öyküler miydi? Öykü nasıl bir şeydi…

Daha adımı bile hatırlamıyordum. Hafızam silinmişti sanki. Geçmişim hakkında hiçbir şey hatırlayamıyordum. Tek hatırladığım ve bildiğim şey burada, bu kara kafesin içinde olduğumdu.

“Neden yazdın bu öyküleri? İnsanların aklını karıştırmak için değil mi? İnsanları devlete karşı isyan ettirmek için devrim için değil mi? Öykülerinde bir de utanmadan Allah’la konuşuyorsun. Hâşâ! Sen kimsin ki Allah’la konuşuyorsun itoğlu it. Herkes senin gibi kafir mi olsun istiyorsun? Bir de her öykünün sonunda intihar var. Bizim temiz çocuklarımızı intihara mı özendiriyorsun şerefsiz?”

Allah, intihar, öyküler… Hiçbir şey hatırlamıyorum.

Her sorusunun sonunda bir tekme yiyordum ve şişman adam tarafından yerden kaldırılıyordum.

“Neden yazıyorsun? Yaşasan be adam gibi, devletin, Allah’ın yolunda ilerlesene! Neden  yeni hayatlar, yeni dünyalar yaratıyorsun yazılarınla? Yaratmak Allah’a özgüdür. Senin gibi kafirler yazılarında yeni dünyalar kurup çocuklarımızı kandırıyorlar, kanına giriyorlar. İzin verir miyiz size orospu çocukları? Hepinizi böyle hücrelerde öldürürüz gerekirse.”

Son tekmesini de attıktan sonra şişman adamla kafesten dışarı çıktılar. Yavaş yavaş ayak sesleri uzaklaştı ve en sonunda yok oldu. Yine sessizlik, yine ölümcül sessizlik…

Öylece yattım düştüğüm yerde. Her yerim, özellikle başım çok ağrıyordu. Bedenimden akan kanla birlikte yaşam enerjim de azalıyordu. Yavaş yavaş, ağrılar içinde ölüyordum. Ölmekten korkmuyordum, ama bir daha dünyayı rengârenk görememekten dolayı üzülüyordum. Kanayan yaralarım paslı demirin soğuğuyla daha da fazla sızlıyordu. Sorular soruyordum kendime ölmeden önce: Ben kimim? Neden buradayım?…

Cevap veremiyordum. Ve her saniye ölüme bir adım daha yaklaşıyordum. Bir dahaki işkenceye kadar yaşayamayacağımı biliyordum. Kör olmadığımı bildiğim gibi…

Gözlerim kapanıyordu. Gözlerimin kapanmasını istemesem de kapanıyordu milim milim. Ve sonsuz karanlığa hapsolmaktan korkuyordum ve ağlıyordum. Belki de ilk kez ağlıyordum. Ya da son kez…

 


Öykünün İngilizce çevirisini şuradan okuyabilirsiniz: The Black Cage

Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler