Babam Bir Kahraman (Öykü)

babam bir kahraman
babam bir kahraman

Beş altı yaşlarında sarışın bir kız çocuğu, bir artı sıfır evlerinin tek odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Hani şu büyümüş de küçülmüş denilenlerden, boyu küçük ama aklı büyük olanlardan.

“Babamı çok özledim, anne. Babam nerede?” diye sordu minik Nehir, gözyaşları tombul yanaklarını ıslatırken.

İşi başından aşkın annesi ise duymazlıktan geldi. Bir yandan ev işleri bir yandan üç kuruş para için yaptığı internet görevleri yüzünden kafasını kaşıyacak zamanı yoktu. Sonunda, kızına kıyamayan Fatma, sakin bir şekilde cevap verdi:

“Baban cennette, yavrum.”

El kadar yavrucağın ağlaması daha da şiddetlendi. Kendisini yerden yere vurarak ve sağı solu yumruklayarak:

“Yalan söylüyorsun anne, yalan! Beni kandırıyorsun… Çocuğum ya, hiçbir şey bilmiyorum sanıyorsun… Babam ölmedi. Sadece uzaklara gitti,” diye karşı çıktı.

Fatma, buz gibi ruhsuz gözlerle kızına baktı:

“Bizim için öldü, canım… Ölüm de bir tür uzaklık meselesidir aslında. Ölürsün ve bir daha insanların arasına geri dönemeyecek kadar uzaklaşırsın bu hayattan. Baban olacak adam da benzer şekilde öyle uzaklara gitti ki, bir daha dönemeyecek… Bizim için öldü yani.”

Annesinin açıklamasına anlam vermeye çalıştı kız. Ağlamayı kesti. Elinin tersiyle akan burnunu sildi. Ölüm, uzaklık, cennet gibi kavramlar kafasını karıştırıyordu.

“Anne!”

“…”

“Anne!”

“…”

“ANNE!”

“NE VAR?”

“Babam, Orta Dünya’da değil mi? Öyle demiştin ya sen…”

Fatma’nın tüyleri ürperdi. Ne zaman Orta Dünya lafını duysa sinirleri bozuluyordu. Yirmi yıl aynı yastığa baş koyduğu kocası iki yıl önce ailesini terk edip Orta Dünya’ya göç etmişti.

Bir sabah işe gitmiş ama bir daha geri dönmemişti. Kayıplara karışmıştı. Fatma, bir hafta boyunca gecesini gündüzüne katarak onu ararken; uzun bir e-posta göndermekle yetinmişti kocası.

“Hayattaki en büyük arzum, bir gün Orta Dünya’da yaşamaktı. Bu yüzden, hayalimin peşinde koştum ve ne yazık ki kızımla seni yalnız bırakmak zorunda kaldım. Lütfen, beni affedin, beni anlayın! Gerçek Dünya’ya dayanamıyordum. İt gibi çalışıp yoksulluk içinde yaşamaktan yoruldum… Kızımıza iyi bakacağından eminim. Gözlerinizden öperim…” Buna benzer bir sürü, ipe sapa gelmez lafla doluydu e-posta.

“Evet, doğru. Baban olacak herifçioğlu bizi terk etti ve Orta Dünya’ya göç etti.”

“Ama ya vücudu… Vücudu nerede ki?”

“Offf, kızım kaç kere anlattım sana! Bir ada ülkesinde, oyun kapsüllerinin içinde. Bedeni kapsülde, bilinci oyunda. Yarısı orada yarısı burada…”

“O zaman oraya gidelim ve babamı görelim. Ona sarılmak istiyorum çok.”

Fatma’nın dayanacak gücü kalmamıştı. Her gün kızından gelen aynı sorulardan ve isteklerden bıkmıştı. Bir anda avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Gidemeyiz. Çok uzakta, anlasana! Oraya gitmek çok pahalı. Gitsek de almazlar. Alsalar da ne göreceksin? Sıvı dolu bir kapsülün içindeki hayırsız babanı mı? Kalsın, ben görmek istemiyorum. Sen eğer istersen büyüdüğünde gider görürsün istediğin kadar.”

Nehir, tekrar ağlamaya başladı. Annesinin ağlamasından etkilenmediğini görünce, ağlamayı bıraktı ve yeni bir öneri sundu:

“İnternetten izleyelim babamı, anne. Orta Dünya sitesinden izleyelim. Geçen haftaki gibi…”

“Off, ömrümü yediniz ömrümü. Tamam, yeter ki sus!”

 

*

              Bir buçuk asır önce Yüzüklerin Efendisi’ni yazarken Tolkien’in aklına acaba yazdıklarının bir gün gerçek olacağı gelmiş miydi? Orta Dünya, on yıla yakın bir süredir gerçekten vardı. On binlerce kişinin içinde yaşadığı sanal bir dünyaydı.

Ama gerçek değil ki, sanalmış diyebilirsiniz. Ancak sanal ile gerçek arasında sanıldığı kadar büyük bir fark yoktur. Yıllar geçtikçe aradaki farklar da yok olacaktır. İnsana ait hisler, duygular, sevinçler, üzüntüler, korkular, beklentiler, başarılar, hezimetler ve bir sürü şey aynıdır.

Nehir’in babası, Fatma’nın eski kocası Rasim de Orta Dünya’da, Demir Tepelerde yaşıyordu. Çıplak bedeni özel bir kapsülün içinde korunurken, bilinci fantastik diyarlarda gezmekteydi. Nehir ve Fatma kutu gibi küçücük evlerinden Rasim’i izliyorlardı.

“Aaa, işte babam! Anne, bak sakalı nasıl uzamış. Turuncu turuncu. Çok tatlı…”

“Sakalına tüküreyim onun. Gerçekte köseydi. Çenesinde birkaç kıl ya vardı ya yoktu.”

Rasim, devasa dağların altındaki derin mi derin maden ocaklarında çalışıyordu. Yüzlerce cüceyle birlikte durmadan kazma sallıyordu. Cüce dilinde neşeli bir şarkı söyleyerek tabii ki.

“Tipe bak, memur adam masa başı işini bırakıp madende amelelik yapıyor, kazma sallıyor. Akıllı adamın yapacağı şey mi bu!”

“Anneee, babama laf söyleme yine. Üzülüyorum ama… Bak, arkadaşlarıyla ne kadar mutlu!”

“Sorun da burada, evladım. Bizim gibi mutsuz olmalı. Ailesi burada kıt kanaat geçinirken, o sanal bir dünyada neşe içinde oyun oynuyor.”

Nehir, mutluluk saçan kocaman gözleriyle babasını izliyordu. Babası bir kahramandı. Orta Dünya’da yaşıyor, mücadele ediyor ve savaşıyordu. Kreşteki arkadaşlarının babaları somurtkan, mutsuz ve öfkeliydi. Babası ise güler yüzlü, madenci ve savaşçı bir cüceydi.

“Annecim, babama biraz para gönderelim mi? Geçen ayki büyük savaşta çekici kırılmıştı. Yaptırdı ama eskisi kadar iyi olmadı. Bir sonraki savaş yakınmış diyorlar. Orklar toplanmaya başlamış bile… Madenden çok para kazanamıyor. Bizim gönderdiğimiz parayla kendine daha iyi bir çekiç alır.”

Kızının koluna hafif bir çimdik atan Fatma, “Yok daha neler!” dedi. “İşim gücüm yok, bir de hayırsız babana para göndereceğim ha! Saf kızım, biz burada yoksulluk içinde yaşıyoruz. Bir gün aç bir gün tokuz. Boğazımıza kadar borç içindeyiz. Paraya ihtiyacı olan biziz. O değil.”

Kızını bilgisayarın başından kaldırıp içinden Rasim’e uzun mu uzun bir küfür eden Fatma, yarım kalan işlerine devam etti.

Minik Nehir ise kumbarasında biriktirdiği parayı babasına nasıl gönderebileceğini bulmaya çalışıyordu.


Sitedeki diğer öyküleri okumak için tıklayınız: Öyküler 

 

Babam (Öykü)